italiano
Fatih Mika  
 
Güncel
  Katar Sergisi Doha
  “Yantai Art Museum”
  100 Öğrenci 100 Gravür Belgrad
  Belgrad Kişisel Gravür Sergisi
  Geri Dönüş II
  Anneme
  Work Shop
  Kestane
  Mezlaka-i Akdâm
  Modissima feat. Turkey Contemporary Art
  Sergi
  Segno e Insegno
  Çağdaş Türkiye
  40. Sulmona Sergisi 2013
  Gravür Sanatçısı: Fatih Mika
  İzler
  Atölye
  Beklemenin Tadı
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Noel Kokteyli
  deniz kızı
  bahane olmalı
  Edebi Ruhun Resme Aksi
  iyi ki saklamışım
  Palamut
  ayvansaray
  İşkence
  bir güvercin
  siyah selvi
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Atölye
  Ahlat Ağacı
  Küpeler
  cam kırıklarıyla
  Kaktüs
  otlar
  Bonsai
  doldurup heyecanları
  Tebessüm
  Mimar Sinan
  Bulla
  Serçeler
  Değer
  Kumlu Begonya
  Aşk-Meşk
  İrfan Baba
  Deli Sanat
  Çapari
  spookyman
  Ischia Adası II
  Atölye
  bir rüzgar okşar
  Kes Yapıştır
  Arte 3
  boğaziçinde
  yandaki çiçek
  Ben Çingene Olmak İstiyorum
  gecenin dalı yok
  napoliden geçerken
  med cezir
  Picasso
  calò
  Mara
  Antico Caffe Greco
  Dirsek Teması
  Cara Pippa
  İki Kaptan
  Roma Leonardo da Vinci Havaalanı
  San Valentino
  Duman
  Kar Tanesi
  Aziz
  Fatbarla*
  Roma'ya Başlamak
  bisiklet
  Saatler
  Bahçem
  Yaşamak
  Fink Fink II
  Fink Fink
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? IV
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? III
  Ischia Adası
  Minoo
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? II
  Hala Tombouktou Gölü’nde miyim? I
  Albrecht Dürer
  bir özlemim kalmış
  Çiçekler
  Sanatta raslantının denetimi
  Agop Mehmet Ali
 
 
Mart
06
2008
Roma Leonardo da Vinci Havaalanı



 
İstanbul’dan,  Aksanat’ın Cep Sanat Galerisi’nde açtığım sergimden dönüyorum. Elimde dosyalar, dosyalarda gravürlerim var. Bu sık sık yaptığım bir şey değil. Genellikle İtalya’ya, geriye gravür getirmiyorum.
 
Her şey olağan bir şekilde giderken gümrük memurlarından biri “O dosyalarda ne var?” diye soruyor. “Baskı” diyorum. “Açınız” diyor. Dosyaları açıyorum. Yüz tanenin üzerinde gravür ve beş tane de bakır kalıp var. Gümrük memuru ters bir adam. İnatlaşmaya başlıyor. Bu durumda benim yapacağım hiçbir şey yok.  “Eşyalarınızı alın, beni takip edin” diyor. İç taraflarda bir odaya gidiyoruz. Başka görevliler de geliyor. Bana gravüurlerin bedelini söyletmeye çalşıyorlar. Ticari değerleri olmadığını. Bunları yapmak için kağıt, bakır levha ve mürekkebe harcadığım parayı söylüyorum. İnanmıyorlar. İçimden “ayıkla princin taşını” diyorum.
 
İtalya gibi bir sanat ülkesinde; onca galerici, sanat eleştirmeni, akademi, müze varken; benim gravurlerimin bir değeri olduğunu bir gümrük memuru keşfediyor. Buna, ben de şaşırıyorum.
 
Bulunduğumuz odada üç masa var. Bir tanesinin üzeri daha önce yakalanmış, küçük torbalar içine konulmuş, üzerleri etiketlenmiş uyuşturucularla dolu. Bir memur bunların arşiv işiyle uğraşıyor. Bir ara başını kaldırıp diğer memura “tamam diyor üç ayrı çeşit uyuşturcu, fakat toplam ağırlığı suça giriyor. Oysa hakim, tek tek değerlendirmiş. O zamanda suç olmamış”
 
Odaya kurt köpekleriyle gümrük memurları giriyor, çıkıyor. Uyuşturucu ile yakaladıkları iki İspanyol gencini getiriyorlar. Yakaladkları uyuşturucuları benim gravürlerimin üzerine koyuyorlar. İsyan ediyorum. Buradan ayrılırken tekrar köpekler tarafından durdurulmak istemiyorum. Uyuşturucuları hemen dosyalarımın üzerinden kaldırıyorlar.
 
Beni bırakmıyorlar.
 
Bir de beni, gravürlerime “litografi” demeye zorluyorlar. Çünkü “baskı” deyince akıllarına litografi geliyor. Oysa üç kağıtçı sanat tüccarlarının bütün orta sınıflara ve bu gümrükçülere de litografi (tas-baskı) diye benimsettikleri şey, aslında sanatçı imzalı ofset tıpkı-baskılar (reproduksiyon). Yok diyorum bunlar asit-oyma, kumlama, aratonlar tekniği, şeker-çini. Zaten önlerinde bakır kalıplar da var. Hayatta en iyi bildiğim işlerden biri olan gravürü yeni doğmuş çocuğa bile anlatabilen ben; bunu gümrük memurlarına, değişik tekniklerle yapılmış yüzden fazla örnek ve beş bakır kalıpla anlatamıyorum. Gravürlerimi zabıtlara “litografi” olarak geçiriyorlar. Ve ben de sanat eseri kaçakçısı oluyorum. Daha sonra çok bilmis bir uzman “litografi”lere ciddi bir maddi değer biçiyor. Fakat bu uzmanın adını bütün çabalarıma rağmen bulamıyorum. Yılda 35 milyon turistin bu sanat şehrine gelirken kullandığı Leonardo da Vinci Havaalanı’ndayız. Benim gravürler uzmanların elinde taşbaskı oluyor.
 
Roman olabilecek kadar çok malzemeli bu öykü dört yıl sürüyor. Gravürlere artık üzülmüyorum. Nasıl olsa yenilerini basabiliyorum. Üzüldüğüm, beş tane kalıbım. Çok sevdiğim bu beş kalıp, başkalarının eline geçmesin istiyorum. Bu kalıpları benden başka kimsenin kullanma hakkının olmadığını, hatta imha etmeyi öneriyorum. İnanılmaz bir bürokrasi. Birçok dostum bana yardım ediyor. Hele hele, gümrük memuru olan bir arkadaşım kimliğini belirtmeden, benimle birlikte kaç defa o bürolarda dolaşıyor, meslektaşlarına yanlışlarını anlatıyor. Fakat sonuç alamıyoruz.
 
Artık öykü küllenmeye yüz tutmuşken TÜYAP Sanat Fuarı’na Roma’lı Çagdaş Sanat Galericileri Birliği  (ARGAM) ile katılıyorum. Bizimle birlikte Heykeltraş Gabriele de var. Bir sohbet sırasında Roma Havaalanı’nda ki Gümrük Müdürünü tanıdığını söylüyor. Derdimi anlatıyorum. Roma’ya döndüğümüzde gidip bir soralım diyor.
 
Roma’ya döndükten sonra, Gabriele ile birgün sozleşip havaalanına, arkadaşı gümrük müdürünü bulmaya gidiyoruz. Yanımda dört yıllık yazışmaları da götürüyorum. Tekrar bütün yazışmalara bakıldıktan sonra, çok geç olduğunu ve yapılacak bir şeyin kalmadığını söylüyorlar. Ama, diyorlar ki. “Siz yine de bu dosyadan sorumlu olan büro ile konuşun ve gravürlerin ne zaman açık arttırmaya çıkarılacağını ve açık arttırmada sizin dosyalarınızın ayırılmasının olanaklı olup olmadığını bir sorun.
 
Gabriele ve ben gidip benim dosya ile ilgili büroyu buluyoruz. Kapıyı çalıp kendimi tanıtıyorum. Fizik olarak değil ama dört yıllık yazışmalardan, beni hemen tanıyorlar. Çok insani bir şekilde sorunu bu noktadan sonra nasıl çözebileceklerini düşünuyorlar. Karşılarında, sanat eseri kacakçısı olmadıkları her hallerinden belli, etten kemikten iki sanatçı var. İlk önce gravürlere biçilmis fiyat artı yuzde yirmi gümrük vergisini çok uzun vadeli taksitlere bölmeyi öneriyorlar. Ben, samimi bir şekilde artık gravürleri değil de kalıpları düşündüğümü, kalıpların manevi değerinin benim için çok büyük olduğunu, bir başkasının eline geçmemesi gerektiğini söylüyorum. Fiyatı indirmeye çalışıyorlar. “Yanımda beşyüz eurom var.” diyorum. Bir sesizlik oluyor. Bürodan sorumlu müdüre hanım ve yardımcısı bayan “Bizi beş dakika yalnız bırakın, sizi beş dakika sonra çağıracağız.” diyor.
 
Biz Gabriele ile birlikte ameliyathane kapısında bekler gibi büronun önünde bekliyoruz. Bir müddet sonra kapı açılıyor; bize” buyrun” diyorlar.
 
Yeni bir teklif yapıyorlar. Önce ben, ilk başta gravürlere biçilen fiyat artı yüzde yirmi gümrük vergisini ödeyip gravürlerimi ve beş kalıbı almaya gelmiş olacağım. Sonra, depoya gidip dosyaları aldığımızda, bu geçen dört yıl içinde gravürlerin rutubetten zarar görmüş olduğunu tespit edecegiz. Zarar görmüş gravürleri almam olası olmadığı için kalıplara beşyüz euro ödeyip sadece kalıpları alacağım. Fakat, gravürleri orada imha edeceğiz.
 
Kabul ediyorum.
 
Havaalanının postahanesine gidip bana verilen hesap numarasına beşyüz euroyu yatırıyorum. Sonra dosyaları depodan alıyor, büroya giriyor kapıları kapatıyoruz. Gabriele ve ben yüzlerce gravürün ortasına oturup gravürleri müdüre hanımın ve yardımcısı bayanın gözleri önünde yırtmaya başlıyoruz. Bütün büro, yırtık gravür parçaları ile doluyor. (Benim gözlerimi söylemeyeyim.) Müdüre hanım bir gravüruü gösterip “Ne kadar güzel” diyor. Henüz yırtılmamışlarından bir desteyi alıp yüksek bir dolabın üstüne koyup odaya giren birisi olursa,  müdüre hanım ve yardımcısı bu işten zarar görmesinler diye arka taraflara itiyorum.
 
Bir ara, duvarda çarmışa gerilmiş İsa Peygamber ile göz göze geliyoruz. İsa Peygamber çaresiz  “Görüyorsun, hala çarmığa çivili durumdayım, benim yapabileceğim bir şey yok. 2000 küsür yıldan beri, Hristiyan Alemi de beni çarmıktan kurtarmak istemiyor.” diyor.